Ama "Çarşı desibel rekoru kırmış, Çarşı şöyle bir sosyal konuya el atmış," değil ben zaten böyle bir şeyi beceremem de. Yusuf Tunaoğlu belgeseli de yapmak var kafamda. Ama ben Yusuf Tunaoğlu''nu sadece futbol kriteri olarak alsam, daha iyi bildiğim Sergen''i yaparım. Bir Anadolu takımında maçtan sonra, tüm yöneticileri öbür takıma küfrederken, haksızlığa uğradığını söylerken "Hayır bunu biz yaptık, bahane bulmak hiç dürüstçe değil" diyen futbolcunun belgeselini yaparım. Çünkü beni insan duygusu olarak yakalayan değerli bir şey var orada, anlaşılması gereken.
Beşiktaş Şampiyonlar Ligi şampiyonu olsun ben bunun belgeselini yapmam ama 2.Lige düşerse onun belgeselini yapabilirim. Beşiktaş''ın küme düşme, düşmeme maçı olan o Zonguldakspor maçına 67 bin seyircinin gelmesini, ne bileyim 12 Eylül döneminde şampiyon olduğumuz yılki o sokağa çıkma yasağına rağmen Trabzonspor maçından sonraki kutlamaları. Fakat bir hayat duygusu bulamayınca bırakın belgeseli, filmi, fotoğrafını bile çekmem o şeyin.
Evet ama insan olmanın gerçeğinde bu var. Dediğiniz gibi çok akıl dolu, mütevazı, çok yüksek değerlerle bezenmiş ve sizi etkilemiş bir insanın bir gün başka bir konuda daha beklenti dolu, hırslarıyla ilgili gösterdiği çiğlik benim üzerimde nasıl bir duygu yaratıyorsa, hayal kırıklığı da, kötü bir şey de, iyi bir şey de demiyorum. Ona benzer bir duygu yaratıyor.
Evet o insanlarla beraber olmak, onlarla aynı tutkuyu, derdi paylaşmak tamam ama o anda derin bir yalnızlık, "Bu insanlarla benim aramdaki mesafe de buymuş" duygusu hissediyorum. Bunun örneği de oldu, Ben yıllardır İnönü Stadı''nda hiçbir adaletsizlik duygusu görmedim. Beşiktaş seyircisinde garip bir vicdan var. Herkes korkuyla gelir oraya. Maçtan önce ortalık karıştırılır şu olacak, bu olacak diye. Tottenham''a da, Anadolu takımına da tezahürat yapılır. Bunlar tabii hep gözardı ediliyor.
Ben bu yüzden mesela Çarşı''yı sevmişimdir. Hep onlardan beklenenin aksine hiçbir takıma orada kötü, adil olmayan bir davranış yapılmamıştır. Benim vicdanımda bunların hiçbirinde bir adaletsizlik yoktur. Ama geçen sene son haftalardaki Antalyaspor''la yapılan maçta, Antalyaspor inanılmaz iyi oynadı, çok direndi. Yılmaz Vural çok doğru hamleler yaptı, maçı zor aldık. Maç sonunda, tüm stat buna katılmasa da Antalya teşvik primi almakla suçlandı. O anda orada kendimi çok yalnız hissettim, bunun için çok kırgın da değilim ama Beşiktaş seyircisinin benim için öbür takımlardan farkı buydu.
Öbür takımlar bir adalet aramıyorlar çünkü, sahip oldukları başarıyı haketmiş oldukları konusunda özel bir dikkatleri yok. Ben Beşiktaş seyircisinde bunun olduğunu biliyorum. Mesela "Şerefinizle oynayın, hakkınızla kazanın" pankartından sonra dikkat edin Burak o kadar gelecek vaat eden bir futbolcu olmasına rağmen o günden sonra bir daha iflah olmadı. Bir yıldır o çocuk neredeyse kayıp. Beşiktaş seyircisi bunu bile yaptı.
Haksız yere attığınız bir gol oluyor hakem iptal ediyor biriki ıslık falan onun dışında aramızdaki konuşmalar aynen şudur: "Ya iyi ki iptal edildi, yoksa biz bunu nasıl kabul edecektik?" Ben böyle bir vicdanı, genel olarak söylüyorum başka takımlarda göremiyorum. Çünkü az önce anlattığım sebeplerden dolayı genel olarak endüstriyel futbol pompalaması, özel olarak da 1984 Özal sonrası ülkede kurulan yeni hayat, yeni algı, yeni ahlaki değerler, yeni varolma şekli yüzünden son 20-25 yıldır da hiç eksilmeden, hiç tartışılmadan feci şekilde başarı olgusu pompalanmaya başlandı.
Bize hayatımızı yaşarken ihtiyaç duyduğumuz yegâne şeyin başarı, yenmek olduğu, yegâne şeyin ben, biz olduğu bir mantığın, varoluş ahlakının devamlı pompalanması ve başarı için her şey mubahtır klişesinin en gelenekçi insanların bile yavaş yavaş boynunu eğdiren bir dayatma haline gelmesi yüzünden böyle bir şey oluştu. Ama insanlar şunu hiç tartışmıyorlar en ahlaksız adamın bile bir vicdan sahibi olduğunu, en namussuz insanın bile güvene ihtiyaç duyduğunu hayatımızdan çıkarmaya başladılar.
Bunun gidişatı da hiçlik duygusudur ve futbolun daha önce bizim bir takım yaralarımızı saran, ruhumuzdaki bir şeylere iyi gelen, bizim hayatı biraz daha sevmemizi, ertesi sabah işe giderken biraz daha coşkulu gitmemizi sağlayan o yanının giderek kaybolmasıdır. Bunu hiç kasti bir duyguyla söylemiyorum, tamamen gerçek olduğu için söylüyorum. Bunun da karşılığı bugün Fenerbahçe Kulübünün yöneticisinden, seyircisine kadar içine düşürüldüğü durumdur. Çünkü bırakalım direnen öbür takımı, artık bütün maç boyunca iyi oynamış, varını yoğunu ortaya koymuş, sonuca yönelik tek bir hatasında kendi oyuncusuna bile büyük bir aşağılamayla tepki veren bir seyirci topluluğu oluşturuldu. O stada yakışan, o stadı
tamamlayan bir şey haline geldi.
Üzgünüm ama Fenerbahçe bilerek, organize ederek bunu yaptı. Buna bu ülkenin siyaseti de, entelektüelleri de destek verdi. Bu elbirliği ile yapıldı ama adım gibi biliyorum bu herkesi, Beşiktaş''ı da bekleyen bir tehlike. Fenerbahçe''den başladı, sırayla herkese dayatılacak bu. Ama Beşiktaş tribünleri bunu en son kabul edecek. Zaten bu "Son barikat" tanımlamalarının sebebi bu. Çünkü Beşiktaş seyircisi bunun farkında. Ama bugün tribünde olan insanlar yarın gidecekler, yarın kombine fiyatları arttığı için gelemeyecekler, yarın bir takım acayip yaptırımlar başladığı için gelemeyecekler. Oraya başkaları gelecek, başka bir Beşiktaş seyircisi yaratılacak.
O işte bize dayatılan bu temaşadır, şovdur laflarıyla bugüne kadar bizim varolmamıza, ayakta durmamıza katkıda bulunan birçok yüksek değer gibi, mesela arkadaşlık gibi, yoldaşlık gibi, komşuluk gibi, hemşehrilik gibi bir sürü olgu nasıl hayatımızdan çıktıysa ve biz bunun eksikliğini hissetmiyorsak ama sonuçlarını çok sert yaşamak zorunda kalıyorsak futbol da hayatımızdan bu şekilde çıkacak ve bu hayat biraz daha kötüleşecek. Artık Beşiktaş''ta bile gencecik çocukların sponsorluk tartışmaları yaptığını görüyorum.
Beşiktaş''ın kapalısında bile çocukların "Bizim ahlakımız, bizim gösterdiğimiz tepkiler hatırlanmayacak, sadece skorlar hatırlanacak, tarihe bu geçecek" dediklerini duymaya başladım. Biz "Gerekirse 2.Lig''de oynayabilmeliyiz" deme gücünü, sırf hamaset olsun diye değil, gerçekten inanarak söyleyebilirsek, işte o endüstriyel futbolun,futbolu hayatımızdan böylesi bir biçimde çekip çıkarmasını, bizi fark edemeyeceğimiz bir eksiklikle başbaşa bırakmasını ancak böyle engelleriz.
Yazılarını takip ettiğiniz yazarlar var mı?
Tabii ki, en önemsediğim yazar İbrahim Altınsay. Bir kere çok sevdiğim bir insan. Onu sinema yazarıyken de çok önemserdim, hatta en iyi bulduğum sinema yazarıydı. Kendi açısından biraz daha meselenin duygusunu da katsa tam tadından yenmeyecek yazılar yazıyor. Bir de adalet duygusu… Beşiktaş yöneticiliği yapmış olmasına rağmen hiçbir kölelik duygusunu hissetmedim bugüne kadar. Adalet duygusunu ön plana çıkarabiliyor. Geri kalanlara şöyle bir genelleme yapayım; mesela Cem Dizdar''ın tribüncü yanını, tribünden de arkadaşım zaten, çok severim.
Bunu hamaset yapmadan yazılarına da taşımasını çok ahlaklı buluyorum. Genel olarak şöyle bir şey var; bir eskiler var, bunlar bana bizim kötü bir şey olarak da söylemiyorum eski Yeşilçamcı sinemacıları hatırlatıyorlar. "İşte ekmek paramız" diye herkesle iyi olmaya gayretli. Ama bu sadece futbola ait olan bir şey değildir, her yerde vardır bunun karşılığı. Zaman zaman orada da iyi şeyler duyduğum oluyor ama bir süreklilik taşımıyor. Bir de genç kuşak var benim daha çok ilgimi çeken. Çok zekiler, gerçek bir futbol bilgileri var, onlarcasını sayabilirim ama onları da fazla rasyonel buluyorum.
Duygu eksikliği var gibi geliyor ve bütün sahip oldukları o kadar bilginin ne işe yaradığı konusunda bana bir şey hissetiremiyorlar. Mesela Kazım Kanat''ı, Ahmet Çakar''ı insan olarak daha çok hissediyorum. Hani düşünceleri beni çok ilgilendirmemesine, uzak bulmama rağmen. Ama bu genç arkadaşları da daha duygusuz, zahiri bir görüntü gibi görüyorum. İnsan olarak bana daha az veri veriyorlar.
Yönetmenliğe bile ikna olma sürecinden geçtikten sonra karar verdiğinizi söylüyorsunuz. Başlangıç olarak da Masumiyet''in sonrasını alıyorsunuz. Beşiktaş için de böyle bir ikna süreci yaşadınız mı kendi içinizde?
Başlangıcından beş yıl öncesine kadar değil. O daha naif, daha çocuksu bir duygu. Ama beş yıldır bu ikna sürecini fazlasıyla yaşadım. İnanın bütün bu yöneticilere rağmen orada Beşiktaş yönetiminde, kulübünde, futbolcularda bana çok acayip gelen insanlar da var. Göksel Duyum diye bir arkadaşım var "Mehdi" nin yazarı, onunla buluştuğumuz sohbet ettiğimiz bir gece 21 bir takıma yenilmiştik. Onun içinde bulunduğu haleti ruhiyeye bakarak ben kendimi anladım. Bunun sağlamasını sadece kendi üzerimden değil çevremdeki Beşiktaşlılara bakarak da yaptım. Bir de benim gibi ahlakı ön plana çıkaran bir insanın kabul edemeyeceği çok şey vardır hayatta.
Bunlar olmuyor değil üstelik daha kırıcı oluyor bizde. Bir programı izlerken Beşiktaş Asbaşkanı bağlandı ve "teşvik primi"nden yana olduğunu söyledi, onu çok zor aştım mesela. Üstelik şöyle bir manipülasyona girecek biri de değilim "münferit adamlar" diye. Çünkü bunlar münferit adamlar demeye başlarsak o zaman Fenerbahçeli, Galatasaraylı, MHK''deki veya Futbol Federasyonu''ndaki bazı yöneticilerin de münferit olduğunu söylememiz lazım. Ben böyle bir ikiyüzlülüğü de yapamam.
Hâlâ da yutmuş değilim bunu. Son olayları o kadar iyi biliyorum ki, çünkü Yıldırım Demirören hiçbir şekilde Beşiktaş''ı düşünmüyor, egosunu ve kişiliğini Beşiktaşın bunu ispatlayamayız elbette çünkü bunun tersini söylüyor üstünde tutuyor. Ve bu yıl da şampiyon olamazsam korkusunun paniğiyle Sinan Engin''i getiriyor. Orada ben zaten şu bakımdan bittim, Beşiktaş Başkanının ufkunun Sinan Engin''e kadar olması, Sinan Engin ki Lucescu''nun başarısını sahiplenmeye çalışmış, hadi dedikleri doğru olsun beraber çalıştığı ve artık Türkiye''de olmayan bir insanın aleyhinde acayip şeyler söylemiş, kaçan şampiyonluktan sorumlu olan bir adamı kurtarıcı olarak görmedeki psikolojiyi hissettiğim zaman tabii kendimi ikna etme sürecim bayağı bir zor oldu.
Ama allahtan Beşiktaş''a olan bağım başarıya bağlı değil. Bunu her zaman söylüyorum, ben en çok Beşiktaş yenildiği zaman Beşiktaşlı olduğumu hissediyorum. Bu en başında da böyleydi hâlâ da böyle.
Filmlerinizde hep bir televizyon metaforu var. Bazen o televizyonda maç da seyrettiğiniz oluyor "Bekleme odası" nda olduğu gibi. Bu televizyon imgesinin sizin için anlamı nedir?
Önce gerçeklik. Bunun anlamını falan hepsini bir yana bırakalım. Ki ben anlamı en son düşünürüm ve seyirciye bırakırım. Ben onu düşünürken yazarken hep gerçeklik olarak bakarım. Bu benim şu göstergebilimcilik tuzaklarına düşmemi engeller mesela. Bir defa televizyon gerçektir. Kutu, nesne, teknolojik güç olarak bir gerçektir. Her evde bulunur, her yerde bulunur ve insanın çevresindeki nesnelerle ilişki kurmasındaki en güçlü nesnedir. Çünkü bir odada iseniz koltuğa, duvardaki resme bakarsınız, eğer televizyon yoksa. Sonra boş bir yere bakıp düşünürsünüz.
Ama televizyon varsa sizi hemen alır. Çünkü orada bir şey akmaktadır. O yüzden birincisi gerçektir, ikincisi benim çok sinematik bulduğum bir ögedir. Çünkü ben bir koltuğu çekerek fazla bir şey anlatamam ama ekranı çekerek onun içindekileri, bir Beşiktaş maçını ya da bir Türk filmini oradan göstererek sinematik olanaklar yaratabilirim. Benim için en önemli sebebi bu ikisidir. Üstü seyircinin çıkarımlarıdır. Ben bunu tasarlamam, ben bunu kurgulamam, ben bunu insanlara yöneltmem.
Didaktik bir anlatımınız hiç bir zaman olmadı zaten
Hiçbir şekilde olmadı. Böyle düşünmezken de olmadı. Birinci, ikinci filmimde de böyle bir şeyim olmadı, sezgisel olarak. Şimdi akıl olarak da böyle bir şeyim yok. Ondan sonrasını da ben bilemem, seyirci dediğiniz de homojen bir şey değildir, ben öyle bir şeyi de hiçbir zaman kabul etmedim. Ben seyirci diye bir şeyi kabul etmiyorum zaten. Binlerce değişik karakterde, değişik algılara sahip, değişik zaafları olan, güçleri olan insanları tek bir homojen kalıba sokup, onları öyle değerlendirmek, onlara öyle bakmak, ancak onları bilet olarak görme ahlakıyla ilgili bir şey olabilir.
Ben hiçbir zaman böyle bir şey yapmam. Benim için seyirci şudur: Önündeki filmi anlamayan adamdır, önündeki filmi anlayan adamdır, filme eğlence olarak bakan adamdır, filme bir anlam olarak bakan adamdır, arayışı olan adamdır, olmayan adamdır, iyi adamdır, kötü adamdır, ahlaklı adamdır, ahlaksız adamdır bir sürü şeydir yani. Zaten seçkincilik de değil ama burada yakın bulduğum insanlara ben seyirci derim, öbürleri izleyicidir. O yüzden televizyonun çok da benim açımdan öne çıkmış anlamları yok ama seyirci için böyle şeyler olabilmesini anlayabiliyorum. Çünkü bir tür ortaklıktır bu.
Filmlerinizden birinde bir futbolcuyu oynatacak olsanız, kimi tercih ederdiniz, var mı aklınızda böyle bir isim?
Bir ara bir karakter yazmıştım hâlâ çekilebilir, Hasan Şaş''ı çok düşünüyordum.
Niye Hasan Şaş?
Yüz ifadesiyle. Çünkü o karakter de öyle biriydi. Duygularına kendini tutsak etmiş, gerçeği kibirinin arkasında kalmış ilginç bir karakterdi ve Hasan Şaş''a baktığım zaman onu görüyorum. Bir de Aykut Kocaman''ı mesela İtiraf filmindeki adam gibi düşünmüşümdür, düz ve ifadesiz bakışlarıyla. Hatta bir ara İtiraf filminin devamını düşünmüştüm.
Adamı da İtiraf filminin devamı gibi değil de mesele olarak devamı gibi kurmuştum. Taşrada bir teknik direktör yapacaktım. Deplasmana gidiyor geliyor, kadınla olan durumu, o korkuları, kuşkuları çok bağdaştırmıştım futbolla, adamın teknik direktör oluşuyla onu ama ertelendi şimdilik.
Filmlerinize en yakın bulduğunuz maç hangisi?
Beni o açıdan en etkileyen şey tabii duygudur. Değişik duyguların, farklı duyguların yaşanma durumudur. Gençlerbirliği''ne 43 yenildiğimiz maçtır mesela. Oradaki İlhan Mansız''ın o hali hiç aklımdan gitmiyor. İnsan doğasını anlama çabasından bahsediyorum ya, yani İlhan Mansız''ın bile bilmediği derinlerindeki bir duygunun ortaya çıkması beni inanılmaz etkilemişti. O gün ona İmansız demiştim ama İ. Mansız''ı bilmiyordum, onu düşünerek söylememiştim.
Bir gün maça giderken bir çocuğun formasında gördüm, İmansız yazmış acayip hoşuma gitti.
Son dönemde Beşiktaş ya da dışından beğendiğiniz futbolcular var mı?
Her şeye rağmen Beşiktaş''ta 5 tane sayabilirim. İlginç bir şekilde bunun kimse böyle olduğunu düşünmüyor ama sezgilerim Higuain''in Beşiktaş''a, hem ruh hem de yetenek olarak en yakışan futbolcu olacağını söylüyor. Benim o çocuğa geldiği günden beri garip bir inancım var, inanç da değil bu sadece sezgisel bir şey.
Delgado''nun takım yapılırken, sistem oluşturulurken biraz daha kriter haline getirilerek düşünüldüğü takdirde hem çok iyi Beşiktaşlı hem de olduğundan daha yararlı olacağını düşünüyorum. Ama beni şu andaki Türkiye''de hem duygusal olarak, hem oynadığı futbol olarak en etkileyen futbolcu Tello. Hatta o çocuğa bakınca bazen gözlerim doluyor. Serdar Özkan''ı kesinlikle çok beğeniyorum ama Tello''yla, Higuain''in verdiği duyguları vermiyor bana.
Cisse''ye garip bir sempatim var. İlk geldiği zaman bizim bir arkadaş "Bu bizim boyacı" demişti, hakikaten de öyle. Biz zaten böyle bir dile, ruha sahibiz. Dikkat ediyorsan yerli futbolcuları söylemiyorum, garip bir biçimde yerli futbolcular bana daha profesyonelmiş gibi geliyor. İbrahim Üzülmez benim hep sevdiğim biridir. Giderek son zamanlarda daha tedirgin ve panik olduğunu görüyorum, çok üzülüyorum ama benim için çok şey ifade eder, benim için emeği simgeler.
Futbolcular kişiliklerini ne yazık ki oynadıkları kulüplerin duygusuna, ahlaki kriterlerine göre oluşturuyorlar, bu beni çok üzüyor. Devamlı başka biri olmaya zorlanıyorlar. Ben rakip duygusuna teslim olacak biri değilim ama bir futbolcunun Fenerli olma hali diye bir fotoğraf var artık. Mesela Galatasaray benim için daha vukuatlı bir alandır. Hakan Şükür ve ekürisinin, Ümit Karan''ın belirlediği davranış ahlakı. Skoru bana söylemesinler, Galatasaray''ın maçını izlerken Ümit Karan''ın rakip futbolcuyla bir mücadele sırasındaki tavrından Galatasaray''ın mağlup mu, galip mi olduğunu anlayabiliyorum.
Eğer Ümit Karan, Hakan Şükür, Sabri kendisine çok sert bir faul bile yapılsa hemen o ağabey, babacan tavrını gördüğüm zaman "Ha Galatasaray galip ve işler yolunda" diye düşünüyorum. Ama en ufak bir şeye bir tahammülsüzlük, adil olmayan bir hırçınlık hali gördüğüm zaman iş değişiyor. Galipken değil, mağlupken de aynı tavrı gösterebilirlerse bende bir inandırıcılık uyandırıyorlar. Galatasaray futbolcuları benim için böyle bir topluluk. Tabii ki Ergün farklı, hoş Galatasaray''da da değil artık.
Lincoln''ü çok beğeniyorum ama Feldkamp''ı daha çok beğeniyorum. Şu an benim belki en beğendiğim teknik direktör diyebilirim. Fenerbahçe futbolcularına baktığımda ise hep şunu görüyorum; bir resim vardır esnafların dükkanında, peşin satan ve veresiye satan. O peşin satan duygusunu veriyorlar bana, hoşuma gitmiyor o halleri. Bunun sağlamasını da şöyle yapıyorum. Bazıları Fenerbahçe''den gönderildikleri zaman Anadolu kulüplerinde oynuyorlar, orada veresiye satan gibi davranmaya başlıyorlar. Ama mesela bu tuzağa Beşiktaşlı futbolcular düşmüyor.
Eskiyi zaten değerlendiremeyiz ama son yıllarda Beşiktaşlı futbolcuların bu anlattığım fotoğrafa benzer görüntüleri yok. En beğenmediğim adamın da, en doğru bulduğum adamın da böyle şeyler yaptığını bana kimse söyleyemez. Biz kaç defa İnönü''de yenildik, ben Saracoğlu''ndaki, Ali Sami Yen''deki manzaraların hiçbirini görmedim. Çünkü Beşiktaşlı futbolcu şunu biliyor, öyle bir çiğlik yaptığı zaman, seyirci bir şekilde onu affetmeyecek zaten bence Beşiktaş''ın da farkı bu. Başka takımlardan da beni etkileyen adamlar oluyor. Gerçekçi olma, adalet duygusunu ondan beklenenin üzerinde tutma çabasını gördüğüm zaman, onu bu ülkede ki her şeyin üzerinde tutmaya çalışıyorum zaten.
Konuşmanızın bir yerinde Beşiktaş''ın üstündeki bir lanetten bahsediyorsunuz. Böyle bir lanetin varlığına inanıyor musunuz ve neden böyle bir şey olduğunu düşünüyorsunuz?
Bu, lanet. Ama tabii uzaktan gelmiş bir lanet değil, bizim sebep olduğumuz bir lanet. Bunun iki tane sebebi var çok net. Bir tanesi Lucescu''ya yaptığımız ihanet, bir tanesi de Pascal Nouma''ya yaptığımız ihanet. Nouma, Fener maçında o hareketi yapınca bu bir anda Türkiye''nin meselesi oldu. Devlet büyükleri bile bu meseleye karışmıştı. Aslında Federasyon ahlaklı davrandı, hukuki davranıp 6 ay cezasını verdi.
Burada önemli olan Federasyonun, Disiplin Kurulu''nun verdiği karardı. Çünkü hukuk böyle işler. Ben bir suç işlemiş olabilirim, yani o zaman her şeyi bırakalım ahlaki değerlere göre insanları cezalandıralım. Yok Fenerbahçe Kulübü, yok devlet büyükleri istedi, yok halkın bilmem neyi ne oldu falan gibi mazeretlerle Serdar Bilgili ve yöneticileri, ne olduğunu bile anlamadan çocuğu gönderdi. İçinde hiçbir kötü niyet olduğuna inanmıyorum. O öyle bir insan değil çünkü. Her maçta böyle şeyler olabiliyor ki bunun örneğini de vereceğim. O çocuğu bir tür ahlakçılık yaparak gönderdiler.
Ahlaklı olmak başka bir şeydir, ahlakçı olmak başka bir şeydir. Ahlakçılık dünyanın en adi şeylerinden biridir. Bence lanet buradan başladı. Orada yapılacak şey şuydu; "Tamam bunlar tartışılır, olur biter. Pascal Nouma bizim futbolcumuzdur, üstüne üstlük herhangi bir futbolcu değildir. Bu yaptığını biz de doğru bulmuyoruz" Bu adam altı ay oynamayacaktı cezalı olduğu için. O ceza bitecekti ondan sonra göndermek istiyorsa kendileri gönderecekti. Meselenin başlangıcı budur. Gökdeniz''in olayı, Pascal''ın olayından daha mı az ahlaklı ya da bu ülkenin vicdanını bozucu bir durum? Deivid''in Süper Kupa maçında yaptığı hareket? Nerede peki devlet büyükleri, nerede Fenerbahçe yöneticileri, nerede Beşiktaş yöneticileri, nerede Serdar Bilgili?
Fenerbahçelileri anlıyorum, kızmıyorum da onlara, buna karar vermişler, kendilerini böyle ifade ediyorlar. O gün Beşiktaş yönetiminde olanlar nerede, "Biz Pascal''ı niye gönderdik o zaman?" demediler. Ötekiler bizim rakibimiz, bizim kötü olmamızı istemelerinden doğal hiçbir şey yok. Eğer sen Beşiktaş''ın yöneticisiysen, orada bir güce sahipsen ve o gücü kullanmayı, o gücün adaletini, o gücün vicdanını başkasının eline terk edersen, her şeye layıksın. İkinci lanet de Lucescu. Lucescu ne yaptı ya? Lucescu, hiçbir şey sormadan olağanüstü bir durumda Beşiktaş''a geldi, çok net bir biçimde yönetime ne istediklerini sordu, şampiyonluk istediklerini söylediklerinde, şampiyon olacak şekilde davrandı.
Ve ikiüç tane futbolcu dışında bir sürü yeteneksiz, bir sürü ortalama adamla bu takımı şampiyon yaptı. Ertesi sene mesela Beşiktaş bunun hesabını vermek zorunda o yıl ne olduğunu, o yılın arkasındaki hakikati ortaya çıkarmadıkça, bence bu lanet her zaman devam edecek. Bir Pascal konusunda özür dilemedikçe, bir de o yıl o şampiyonluğun adım adım nasıl gittiğini, Cem Papila olayını, oradaki başka olayları sorgulamadıkça, bu lanet hiçbir zaman da gitmeyecek. Lucescu gönderildi, gönderilirken Yıldırım Demirören''in konuşmasını çok net olarak hatırlıyorum. Bir mantık da yoktu orada "Biz Lucescu''yu seviyoruz ama bizim başka hedeflerimiz var." Sen neyi gerçekleştirdin de, ne hedefin var?
Del Bosque''yi getirince Şampiyonlar Ligi şampiyonu mu olacaksın. Şuradaki adaletsizliği ben hâlâ sindiremiyorum. Lucescu çok az para aldı, parayı hiçbir zaman sorun etmedi ve giderken alacağını statın yapımına bağışlayarak gitti. Onun yerine tercih ettikleri, onu onun için kırdıkları adam bugün onları mahkemede süründürüyor. Gururlarını her şeylerini kırmış durumda. Peki o zaman ben Beşiktaşlı yöneticilere soruyorum ve dolaylı olarak Beşiktaş seyircisine özellikle Çarşı''ya da soruyorum: Beşiktaş''da ya da bu ülkede iyi bir insan olmakla, namuslu bir insan olmakla, dürüst bir insan olmakla, gururlu bir insan olmakla bunların tam tersi olmanın arasındaki fark nedir? Lucescu enayi mi peki böyle olmakla? Beşiktaş kendisini ahlakla ifade eden, yüksek değerlerle ifade eden, bugünle değil geçmişle ifade eden, başarılarla değil şerefli ikinciliklerle ifade eden bir topluluk. Siz bunu yaparsanız o zaman Fenerbahçe''yi, Galatasaray''ı, başkalarını hangi yüzle eleştirebileceksiniz. Hangi yüzle onlara hesap verebileceksiniz ? Beşiktaş''ın şu anda onur duyulacak en önemli ögesi olan taraftarların bile Lucescu ve Pascal olayını yutmasını ben hâlâ kabul edebilmiş değilim.
Ve utanmadan sanki futbolda utanç yok, futbol o kadar rasyonel bir oyun, başarıya dönük bir oyunmuş gibi düşünüp sanki futbolda utanmak olamaz, itiraf olamaz, futbolda insani duygular olamazmış gibi, bir de Lucescu''da orada bizi bekliyormuş gibi teklif etmeler, "Biz onu getiririz" demeler. Lucescu''nun yerinde olsam Fener''e giderim ve Beşiktaş''a gelmem. Beşiktaş ancak bunun bedelini öderse, bunun itirafını yaparsa hem Pascal konusunda hem Lucescu konusunda, bunun utancını yaşarsa ancak o zaman yeniden başka yüksek değerlere sahip olmanın hakkını taşıyabilir. Çünkü bu gerçekten futbolu da, seçimi de aşacak bir şey.
O zaman bırakalım futbolu, neden iyi bir insan olayım sorusunun cevabını veremem. Aksine herkesin kötülüğü övmesini, kötü olmasını, ikiyüzlü olmasını haklı bulmak durumunda kalırım. Madem futbol hayatsa, madem futbol futboldan öte bir şey ise özellikle de Beşiktaş pek çok ahlaki anlamda, insani değer anlamında son barikat ise bunun hesabını vermeliler. Geçmişte kaldı, eskiden oldu şu bu değil. Eğer hâlâ Baba Hakkı''nın, Şeref Bey''in yaptıklarını söylüyorlarsa bunun utancını da taşımak zorundalar. Bunu yapmadıkça bu böyle gidecek. Beşiktaş''a insanlar saygı duymamaya başladılar, iş böyle bir hale geldi.
Türkiye 1984''den sonra ne yaşıyorsa ahlaki olarak, biz de Beşiktaş olarak bunları yaşamaya başladık. Dönüm noktası da bu iki olay oldu. Ben Sinan Engin''e filan kızmıyorum hiç. Bu ülkede herkes iş arıyor, kendini göstermeye çalışıyor, kimlik edinmeye çalışıyor. Sinan Engin tabii ki böyle bir teklif geldiyse bunu kabul edecek. Bunu Fenerbahçeli bir adama da teklif edin yine Beşiktaş menajerliğini kabul eder. Olmuyor mu? İşte geçen sene Fenerbahçe''de oynayan Rüştü ile Mehmet Yozgatlı bugün bizde, ''''O'''' orada oynuyor. Bu demektir ki son tahlilde kişisel dertler bunlar, çıkar meselesi.
Ama 15 yıldır tek şampiyonluk yaşatan, bizim en onur duyduğumuz, en çok gurur duyduğumuz bir dönemi kısa bir süre de olsa yaşatan bir adama ettiği haksızlıklar, ettiği ki o yokken sözler yüzünden bile ben Sinan Engin''i bu kulübün kapısından sokmazdım. Şu anda da Yıldırım Demirören hükümeti bunun bedelini ödüyor. Bu PAF takımı sözleri falan bunların hepsi çaresizlik. Biraz daha dirayetli, soğukkanlı, neden orada olduğunu iyi sorgulamış bir adam bunların hiçbirine başvurmaz.
Futbolun geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Valla hayatın gidişatı bence futbolun gidişatından çok bağımsız değil. O konularda böyle çok ideolojik kötümserliklerim de iyimserliklerim de yok. Ben insanın doğasını her şeyin üzerinde tutmaya çalışan biriyim. Bu doğa da her şeyi yaşayacak kapasitede yaratılmış. Dolayısıyla dünya zaten böyleydi, yani bugün başlamadı bu gidişat. Yüzyıl öncesi bir önceki yüzyıla göre yine cehennem, kıyamet zamanıydı. Bu insanın gücüyle ilgili bir durum.
Özel bir takım dertlerim yok. Hayat neyse futbol da odur, futbol neyse hayat da odur. Ama kendime dair şunu söyleyebilirim, böyle demekle bunu kabul ettiğim anlamına gelmiyor. Pek çok şeyden ben de memnun değilim. Bu hayatın böyle olmasında beni de yaralayan bir sürü şey var. Ama şu da var ki ben sonuçta güçlü bir insanım, çabalayan bir insanım başkalarının tercihlerini yaşıyorum sonuçta. Onlar bu tercihlerinin sonuçlarına katlanabiliyorsa, ben haydi haydi katlanırım. Bir tek ben burada herhangi bir suçumun, benim vicdanımı rahatsız edecek bir şeyin olmamasına dikkat etmeye çalışıyorum. Yoksa o kadar da fark etmez, alayına gider…